Volkan Algan ile Asfalya kitabı üzerine (Emre Falay/Özkan Öztaş – soL Portal)

soL yazarlarından Volkan Algan’ın geçtiğimiz günlerde yayınlanan öykü kitabı Asfalya’yı yazarla soL okurları için konuştuk. EMRE FALAY-ÖZKAN ÖZTAŞ

 

Türkçeye başka dillerden giren kelimelerin hemen hemen her birinde bir başka hikaye mevcut. Bazen mübadeleler bazen de mücadeleler dile bir çok yeni kavram ya da kelime kazandırıyor. Hatta bazen bir kelimeden yola çıkarak sohbetin konusunu, mekanını ya da sınırlarını hatta içeriğini kestirmek mümkün hale gelebiliyor. 

Asfalya kelimesi de bunlardan biri. 

Memleketin daha çok batı yakasında denk geldiğimiz bu kelime mübadele öncesinden kalma bir kelime. Yani elektriğin memlekete gelişinden sonra Rumların ve Yunanların İzmir‘den göç etmelerinden hemen önce. Elektrik sigortası manasına gelen asfalya kelimesi kitabın adını, içeriğini ve çerçevesini tarif ediyor biraz da. Tıpkı izi sürülen kelimelerin kendisi gibi Asfalya adından başlayarak selamlıyor okuyucuyu. 

Volkan Algan adına soL okurları aşina. Uzun süredir soL Haber Portalı’ndaki üretimleriyle tanıdığımız Algan, şimdi “İzmir Öyküleri” alt başlığını taşıyan kitabı Asfalya ile okuyucunun karşısında. 

Asfalya, okuyucuya üzerine çalışılmış, emek verilmiş ve eski ifade ile “ince eleyerek” dokunmuş bir öykü kitabı olduğunu hissettiriyor ilk bakışta. İzmir’den ve denizin öte yakasından öyküler ile iki yakamızı bir araya geliyor Asfalya’da. Yazarın bu ilk kitabını kendisi ile soL okurları için konuştuk.

‘Edebiyat eksikse yaşam, insani özelliklerinden kaybediyor’

Seni daha çok siyasi gündemler üzerine kaleme aldığın köşe yazılarıyla tanıdı soL okurları. Bir öykü kitabı ile karşılarına çıkman şaşırttı mı sence? Edebiyatla ilişkini biraz anlatır mısın?

Evet, şaşıranlar oldu. Ama yakın çevrem edebiyatla ilişkimi bildiği için onlar bir gün benden bu alana dönük üretim bekliyorlardı. 

Aslında benim ilk sorgulamalarımda, insanı tanıma arayışımda, dünyada olan biteni anlamlandırma çabamda edebiyat önemli bir rol oynadı; hatta giderek politikleşmemdeki itici güçtü. Yoğunluğu dönem dönem değişse de edebiyatla mesaim hep devam etti.

Edebiyat eksik kaldığında yaşam, insani özelliklerinden kaybediyor bana kalırsa. Dolayısıyla edebiyatla içli dışlı olmayan bir siyasi pratik için de benzer bir şey söyleyebilirim. Şiiri, romanı, öyküsü olmayan bir mücadele düşünemiyorum. Sanat, edebiyat bir lüks, “olmazsa da olur ama olursa daha güzel olur” denilecek bir fazlalık değil, ihtiyaç bana göre. 

Köşe yazılarından, öykülere… kısmına gelecek olursam: Bunları birbirinden bir yere kadar ayırabiliyorum. Hayat bir bütün, onu oluşturan parçalar hayatımızın çeşitli dönemlerinde farklı ağırlıklar kazanabiliyor. Üstelik gazetecilik, öykücülüğü besleyemeye çok uygun bir meslek. Bu durumun ilerideki çalışmalarımda daha fazla kendini göstereceğini düşünüyorum. Her gün öyle olaylara şahit oluyoruz ki aslında hikaye Kaf Dağı’nın arkasında falan saklı değil; hemen gözümüzün önünde, yeter ki oraya doğru bakmasını bilelim. 

Peki öykü? Bu tür nasıl şekillendi zihninizde?

Öykünün kendine has özelliklerini, imkanlarını, lezzetini keşfetmem, ilk gençliğinden itibaren edebiyatla içli dışlı olmuş biri olarak nispeten geç bir dönemime denk geliyor. Roman, hep daha ön plandaydı bende. Hatta edebiyat demek roman demekti. Belki beni öykü yazmaya iten nedenlerden biri de görece geç tanışmanın getirdiği bu heyecan oldu. 

Öykü ve roman karşılaştırması hep yapılır, hatta insanlar birini kendine daha yakın da görebilir, bunda bir acayiplik yok. Ama “hangisi daha değerli” yanlış bir soru. Söylediklerimden böyle bir kıyas çıkmasın. İkisinin de işlevi ayrı bana göre ve birbirinin yerine konmamalı.

‘Bir kitap fikriyle başlamadım’

Peki roman demişken biçime ilişkin ek bir soru: Ele aldığın hikâyeler bütününü neden bir roman olarak kurgulamayı tercih etmedin? Anlatılanla anlatım biçimi arasındaki ilişkide neyi gözettin?

Bu soruya yanıt vermek için kitabı ortaya çıkaran sürecin başlangıcına kısaca değinmek gerekiyor. Asfalya adlı öyküyü -kitabın ilk öyküsü- değerlendirmesi için Tolga Binbay’a yolladığımda bana bu öyküdeki karakter ve olay çeşitliliğinin, gezindiği zaman diliminin genişliğinin öykü türünün sınırlarını zorladığını, burada işlemeye devam etmemin iyi olacağı bir malzeme olduğunu söyledi. Benim de aklıma yattı bu fikir. Sonra kimi taslak, kimi bitmiş halde olan üzerinde çalıştığım diğer öyküleri bir kenara bırakıp bu yönde çalışmaya başladım. Dolayısıyla bir kitap fikriyle başlamadım aslında. Sonuçta bir ilk kitap olmanın getirdiği eksiklikleri elbette taşıyan ama fikrini paylaşma nezaketini gösterenlerden aldığım motive edici geri dönüşlere bakarak da söyleyecek olursam, beni de tatmin eden bir ürün çıktı ortaya. 

“Neden romanı tercih etmedin” sorusu aslında beni memnun etti, çünkü kitabın kafamdaki amaca hizmet ettiğini düşündürttü bana. Çünkü kitabı kurgularken hem insanların birbirlerinden ayrı görünen öykülerini anlatmak, hem de bu öykülerin bir araya gelmesinin nasıl da kentin bir asırlık manzarasına hizmet ettiğini göstermek istedim. O yüzden kitaptaki öyküler hem kendi başlarına başlayıp bitiyor; hem de peşi sıra dizilince birbirine dokunarak, birbirinin içinden geçerek ortak yaşanmışlığı göstermeye çalışıyor. Bunun romanı anıştırmasının nedeni öykülerin birbiriyle iletişim halinde olması ve bahsettiğim bütünlük arayışı. Fakat roman için daha farklı şeyler gerekiyor, aklımdaki bu değildi.

‘Yazar yaşadığı şehirle canlı bir bağ kurmalı’

Kitabın adı Asfalya. Yani biraz da “İzmirlilerin” bildiği bir isim. İzmir’deki Rum ve Yunan izlerinin bir devamı niteliğinde. Neden Asfalya? Bir de İzmir senin hayatında nereye denk düşüyor? Kitabın merkezinde bu şehrin öne çıkmasındaki etmenler nelerdi?

Neden Asfalya ismini tercih ettiğimi kitabı okuyanlara bırakalım bence. Buraya kadar söylediklerimde bazı ipuçları var zaten.

“İzmir hikayeleri” yazmış olmaksa bir tercih değildi benim açımdan. Orhan Kemal neden Çukurova’yı anlatarak başladıysa yazmaya; Orhan Veli neden İstanbul şairiyse, Dostoyevski niye Petersburg’u anlatıyorsa kitaplarında ben de o yüzden İzmir’i anlattım. Kendimi bu isimlerle kıyaslamıyorum elbette, bunu söylemeye bile gerek yok, ama mekanizma aynı bana göre. Nereden besleniyorsa insan; nerenin havasını teneffüs edip, suyunu içiyorsa oradan başlıyor her şey. Yazarların (henüz kendimi böyle ifade etmekten imtina etsem de) yaşadıkları şehirle canlı bir bağ kurması gerekiyor. Doğal olanın bu olduğunu düşünüyorum. 

İzmir özellikle AKP’li yıllarda çok fazla tartışma konusu edilen bir kent oldu. Bunun anlaşılır nedenleri var. Ama aslında çok da derinliği olmayan, çoğu zaman sloganlara sıkışmış bir ilgi maalesef bu. İzmir’in tarihiyle, bugünüyle yeterince tanındığını, burada yaşayanlar için bile, sanmıyorum. İzmir bugün neden böyle bir şehir -her nasılsa artık- yanıtı bugünde olduğunu kadar dünde saklı. Hatta biraz da Selanik’te, Atina’da, Balkanlar’da saklı. Çünkü dünüyle, bugünüyle; Osmanlısıyla, Cumhuriyetiyle; gideniyle geleniyle bir göçmen şehri İzmir. Eğer bir kent kültüründen bahsedecek ve buna Türkiye’deki en yakın şehirlerden biri İzmirse, bu durum şehrin tarihiyle, coğrafyasıyla doğrudan ilgili. Bunu da biraz hissettirmeye çalıştım kitapta.

“Tarih bizde hiç turistik bir konu haline gelmemişti” diyorsun Asfalya öyküsünde. Kitap boyunca karakterlerle birlikte tarihin izini sürerken geçmiş ile bugün arasında kurmak istediğin ilişki neydi? 

Mesele şu ki Türkiye’nin tarihsel tartışmalarıyla, mevcut düzeninin sorunları (dolayısıyla insanların güncel meseleleri) o kadar iç içe ki, bunlar bir yerden birbirine dokunmadan edemiyor. Bu bizim gerçekliğimiz. O yüzden siyasi/toplumsal/tarihsel olanla, sanatsal olanın içine geçmesi için çok doğal bir ortam var burada. Bana bunun aksini yapmak daha zor geliyor: Yani toplumsal olanla bağını kurmadan bir sanatsal üretim yapmak için bayağı iradi bir çaba gerekiyor bu ülkede. 

Asfalya S.’den, Nikos’tan, Ali Kemal Bey’den, Angeliki’den, Selini’den, Meliha ve Melek Hanımlardan yana duruyor. Kitaptaki son öyküde “insan basit bir canlıdır, hepsi yemek peşinde” diyen borsa müdürü Vehbi Bey’e rağmen sıradan insanın yaşamının karmaşık, çelişkili, ama değişen, hayatı ellerine almaya hazır yönüne de vurgu yapıyor sanki. Kitabın sonunda Halit evden çıkarken kadın hizmetçinin yeniden kadraja girmesi bir tesadüf mü?

Hayır değil tabii. Öyküde tesadüfe yer yok. Öykü ‘ekonomik’ olmalı. Çehov’un meşhur deyişiyle ‘görünen silah patlamalı’. 

90’ların sonu ve 2000’lerin başında Türkiye’de yazınsal alana hakim görünen, bireyi toplumsallığından soyutlayan, içe dönük, üstelik pek de yalın sayılamayacak bir dilin yerini son dönemde daha tarihselci bir bakışın, yeni biçimsel denemeleri de içeren gerçekçi bir yaklaşımın aldığını hissediyoruz. Edebiyatımızın bugününe baktığında senin yorumun nedir, Asfalya burada nasıl bir yere ya da müdahaleye denk düşüyor?

Asfalya’nın nasıl bir yere oturduğu, ya da kendine bir yer edinip edinemeyeceğine zaman karar verecek. Şimdi erken geliyor bana bunu konuşmak.

Sorunun ilk kısmına gelecek olursak… Edebiyatımızda bir dönüşüm yaşandığını kabul edeceksek bu ancak toplumsal/siyasal bir dönüşümün yaşandığının kabulüyle mümkün. Ve evet, ben bunun işaret fişeklerinin atılmaya başlandığını düşünüyorum. 

‘Bugün ne dünya kapitalist sistemi, ne de Türkiye’deki düzen insanlara ikna edici bir söz sunuyor.’

Çok kesin ifadeler kullanmaktan imtina ediyorum, çünkü insanlar içinden geçtikleri tarihsel dönemi çok da doğru tarif edemeyebilirler. Sonradan bakınca apaçık görünen bazı şeyler, günün sıcaklığında o kerte hissedilmez. Bir insan ömrü için çok uzun sayılacak yıllar, büyük toplumsal dönüşümler için o kadar da uzun değildir. Çehov’da, Balzac’da nasıl yaklaşan değişimin izlerini görüyorsak, bugünlerde yazılanlarda da benzer izler bulunacaktır. Biz de bunların ipuçlarını görebiliriz pekala. Bu durum, yazarın amacıyla alakalı da olmayabilir her zaman. Yazar da çağının, döneminin ürünüdür çünkü.

Bugün ne dünya kapitalist sistemi, ne de Türkiye’deki düzen insanlığa ikna edici bir söz söyleyebiliyor, çıkış sunuyor. Burjuvazinin ciddi bir aydın problemi olması bunun en iyi göstergelerinden biri bana göre. Diğer taraftan çok büyük problemler var insanlığın başında; dünyanın her yerinde artan gericilik, eşitsizlik, yoksulluk, güçlenen yıkıcı savaş ihtimali… İnsanlık tarihteki bu tür tıkanma anlarına radikal değişimlerle yanıt vermiş. Böyle bir dönemden mi geçiyoruz, ciddi bir mesele. Bu tabii edebiyat sınırlarını aşan bir tartışma. Edebiyatta bu tür bir değişim/dönüşüm döneminin izleri var mı buna bakabiliriz ama… Bana göre var. Bahsettiğin 90’lar/2000’lerdeki sanatsal kavrayışın artık barutunu tüketmesi, hatta zaman zaman alay konusu olması da bununla ilgili.

Tıkanma dönemlerinde, insanların yanıt arama ihtiyacı artar. Bu yanıtların arandığı mecralardan biri de edebiyat. Toplumsal olandan soyutlanmış sanatın popülaritesinin zayıflaması, en azından edebiyat için konuşacak olursak, biraz da bu nedenle. Bireyi toplumsal bir varlık olmaktan çıkarıp kapalı devre bir organizmaya indirgeyen postmodern yaklaşımın eskisi kadar alıcısı kalmadı. Bu söylenenleri de idealize etmemek lazım elbette, hiçbir şey göz açıp kapayıncaya kadar olmuyor. Ama bir yönelimden söz edebiliriz pekala.  

Böyle dönemlerde bireysel olanla toplumsal olanın mesafesi azalır. Buradan uzak durmakta ısrar eden eserler de tatmin edici olmaz okuyucu için. Bu iyi bir gelişme. O yüzden edebiyatın geleceği konusunda iyimserim.

Ömer Koçağ’ın çizimleri de dikkat çekiyor kitapta. Nasıl çıktı bu fikir?

Ömer çizgisini beğendiğim, çok iyi bir ressam. Zaten soL okurlarının bir bölümü de tanıyor. Bizim Ömer’le tanışıklığımız eskiye dayanıyor; çeşitli yayınlarda daha önce de çok defa beraber çalıştık. Bu bazen dergi oldu, bazen gazete, bazen broşür… 

Ömer’e kitaptan bahsettim, kapak ve öyküler için özel çizimler yapıp yapamayacağını sordum. Tabii hiç ikiletmedi. Sonuç, tam tahmin ettiğim gibi çok iyi oldu. Kitaptaki çizimler öykülerle temas halinde elbette ama bir yansıtıcıdan çok daha fazlası. Ömer’in çizimleri belli bir soyutlamayla öyküleri zenginleştirdi, yeni boyutlar kazandırdı. Ustalık da burada olsa gerek. 

Yeni bir kitap hazırlığı var mı?

Açıkçası roman türü için bu soru anlamlı ama öykü kitabı için o türden bir kitap hazırlığı olmaz gibi geliyor. Diğer taraftan her öykünün kendi hazırlığı, çalışması zaten var. Yazının zanaat kısmının “sanat” kadar önemli olduğunu düşünüyorum. O yüzden aslında hep bir hazırlık/çalışma olmalı burada üretme niyeti varsa.

Asfalya ile ilgili geri dönüşler çok faydalı oluyor. Bu değerlendirmelerin artmasını dilerim. Daha keşfedilmemiş tarafları var bu dünyanın benim için, belki de hep olacak. Olabildiğince çeşitli yazarları okumaya çalışıyorum, bu süreçte yazmaya da devam ediyorum. Bu süreklilik yeni ürünler ortaya çıkaracaktır, zamanını kestirmek şu an için zor. 

Kaynak: https://haber.sol.org.tr/haber/volkan-algan-ile-asfalya-kitabi-uzerine-352599

"Devrim tüm Küba'yı okul haline getirdi"

22/10/2022

Şimdi, hemen konuşmak zamanı... (Mine G. Kırıkkanat)

22/10/2022